Hakkımda

Fotoğrafım
Hayatı yaşanması gerektiği gibi yaşayan; aynı zamanda insan olmanın gerekliliklerini yerine getirebildiğini düşünen biri. Gülümseme ise hiçbir durumda yüzünden eksik etmediği bir davranışı. Mucizeleri bekleyen değil, onların peşinden koşan; mutluluğu ve huzuru yakalamak için elinden gelen her şeyi yapan aynı kişi.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Yolculukları Sever Misiniz?

Yolculuk yapmanın iyi kötü bir sürü özelliği vardır. Tek başınaysanız sıkılırsınız, uyursunuz, molalarda yalnız olmayan kişileri izler öylece bakarsınız. Beraberinizde birileri varsa eğer daha keyifli hale geliyordur muhtemelen. Uyku kaçıracak sohbetler, belki sesli söylenen şarkılar, dertleşmeler, saçma konular üzerine kafa patlatmalar, fotoğraf çekilmeler. Bunlar iyi olanlar, bir de yorgunluğu, konforsuzluğu, uykusuzluğu, şiş gözleri var.
Yolculuk esnasında yolun güzelliği sizi hayal kurmaya itebilir ya da boş ama derin bakarsınız çimenlere, ağaçlara, kuşlara, araçlara. Yolun sonunu o sırada göremezsiniz, gittikçe daha da uzar sanki; ama gitmeye engel değildir bu. Göz banyosu yaparak yola devam edilir. Sonu görmeden, dönemeçlerden geçerek sona doğru bir kaçış devam eder. Bazen gözleriniz ön cama takılır, ne kadar kaldığını tahmin edebilecek gibi takibe geçersiniz. O sırada ufukta gördüğünüz düz yolun viraj olduğunu yakınlaşınca anlarsınız ya da tam tersi.

Yolculuk kısa veya uzun, süresi fark etmeksizin etrafınızdakileri keşfedebildiğiniz takdirde güzelleşir. Gideceğiniz yere varana kadar başınızı öne eğdiğinizde aslında kaçırdığınız epey şey vardır. İyi kötü önemli değil, önemli olan kaçırmış olmanız. Gideceğiniz yeri güzel kılan bir sebep zaten vardır. Niye yolculuk sırasında da güzellikleri kucaklamayasınız? Rutin olarak geçtiğiniz evinize giden yolda bile her defasında başka bir durumla karşılaşmanız mümkün olabilir, daha önce dikkatinizi çekmeyen bir nesne o gün gözünüze batabilir.

Hayat bir yolculuk, gideceğimiz yeri bildiğimiz... Varış noktasını göremesek bile hangi ara yollardan geçersek geçelim hayatın güzel bir yolculuk olduğunu başımızı kaldırdığımızda anlayabiliyoruz. Yol kenarındakiler içimizdekileri canlandırıyor, yeni istekler uyandırıyor. Çevreye bakınmak, başkalarını dinlemek, uzun lafın kısası ‘geldik gidiyoruz’ şeklinde yaşamamak adeta bir kilit gibi. Anahtarı sizin elinizde olduğunu söylememe gerek yok değil mi?

Dünyada hiçbir yol kalp ile beyin arasındaki kadar uzun değildir.”  demiş Selma Lagerlöf. Uzun bir yolda sona odaklanmadan anın tadını çıkarmak en mantıklısı, gözden kaçırmayalım.   

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Çöpe Müdahale

Her evde birden fazla bulunur hani, büyüğü küçüğü… Gereksiz görülenler ve atıklar atılır içine. Gerek duyulmaz bir daha açıp bakmaya, poşetiyle birlikte gönderilir evden.

Bazen bir çırpıda çöp olduğu belli olanlar atılır içine, bazen de zaman içinde atmaya kıyılamayıp biriktirilenler. Attın mı bir daha açıp bakmazsın kutuya. Çöp kutusunun içi karıştırılmaz, kural budur.

İnsan hayatında çöp kutularının önemi inkar edilemez. Onlar olmasa evi koku bürür, gereksiz eşyalar yer kaplar. At atabildiğini çöpe, fazlalık yapmasın. Ne kadar atarsan atılacak yeni bir şeyler bulursun ya, orası başka.

Geri dönüşüm olayı var bir de, ona girmeyeceğim. Zira faydasını görüp çöpe kıymet biçeriz. Atmaya kıysak bile hala işe yaradığını düşünebiliriz. Ya da atalım da dönüşsün tekrar kazanım sağlayalım deriz. Boşa gider gitmemesi gerekenler. Geri dönüşüm olayını doğru kavramak lazım, aman dikkat.

Temizlik yapmak her açıdan iyidir. Bunun sağlığı var, misliği var, rahatlığı var, var da var… İlk anda çöp kabul ettiklerini zaten attın kurtuldun, elinin gitmedikleri peki… Biriktir, biriktir nereye kadar? Sen ne kadar insansan evde o kadar ev, at içindekileri arada sırada. Çöp kutuları ne güne duruyor? Dökün içinizdekileri kutulara, boş kalmasınlar!

Yeni bir çöp unsuru muhakkak gelecek. Atmadığınız sürece zararı size olacak. O kalabalığın ucu size dokunacak. En iyisi mi atın gitsin. Kendinizi rahat hissedin en azından. 

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Neresinde Kalmıştık??

Eğer her günün benzer şekilde geçiyorsa, beklentilerin ileri tarihlere atıldıysa, hangi güne uyandığının ne önemi var ki!  Sabahın ışıltısıyla ‘merhaba’ gecenin karanlığıyla ‘güle güle’ dediğin peşi sıra günlerin, hepsi aynı değil mi? Peki sen gözlerini kapatırken o sana ‘hoşça kal’ diyor mu? Dese bile kalıyor musun sanki hoşça. Kalınıyor kalınmasına; ama yine de aynı işte tüm günler. Birini diğerinden ayıran sebep yok ki.

Bugün uyandığın gün pazartesiydi, yarın Salı olacak… Değişen bir şey oldu mu, olacak mı? Herhangi bir kişinin yüzünü güldüreyim, üzdüğüm birinin hüznünü silmeye çalışayım diyecek misin? Uzun zamandır aramadığın bir yakınını arayıp nasıl olduğunu soracak mısın? Sebepsiz yere teşekkür edecek misin hayatındakilere? Sebepsiz şükredecek misin beğenmemene rağmen tükettiğin güne?

Her gün birbirinin aynısı: Gece yat uyu, sabah kalk başla yeniden yenisine. Gelecek günü gidenden ayıran bir özellik varsa keyfine diyecek yok. Ne mutlu sana. Karşıladığın gün uğurladığından farklıysa tadını çıkar, geri gelmeyecek bir daha. Dediğim gibi fark yoksa arada, biran önce ‘dur de’ olan bitene. Ya da gül geç benim gibi.

19 Mayıs 2011 Perşembe

/ Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Büyümek Vardı /

Sevgili Kaka Kuka beni mimlemiş.  Görünce şaşırmadım mı? Şaşırdım elbette. Blogger’ daki ilk mim cevabım, heyecan mı yaptım acaba :) Yok yok heyecan yapmadım, sevindim benim de bir mim yazım oldu :) Böyle söylediğim için “özeniyor muydun yani” demeyin. Blogumun takip ediliyor olması, okunması ve yorumlanması hoşuma gitmiyor değil hani. Farklı blogları takip etmenin keyfini zaten biliyorsunuz.

Gelelim mim konusuna. Tarihsel devinimde nerede olmak isterdin? Neden orada olmak isterdin? Kimi görmek isterdin?

Düşündüm, düşündüm, verebileceğim ilk cevabın 1881’ e gitmek olduğunu fark ettim. Bu soruya birçok cevap verilebilirdi tabii ki; ama ilk sırada o muhteşem insanın yaşamının kıyısında köşesinde olmak var.  Mustafa Kemal Atatürk’ ü yakından tanımak, onunla birlikte aynı duyguları o zamanda yaşayabilmek isterdim. Onunla birlikte büyüyen; idealistliğini, başarılarını, liderliğini okuyarak ve dinleyerek değil yaşayarak öğrenmiş biri olabilmeyi isterdim. Daha çok sebep yazabilir ve susmayabilirim. Bu yüzden bu kadarı yeterli diye düşünüyorum.


İlkokul sıralarında Sarı Zeybek belgeseli izletilirken gözyaşlarına kapılan minik öğrencilerden biriydim. Sanıyorum ki günün anlam ve önemine en uygun geçmişe dönme isteği bu olurdu benim için.

Ben de sizleri mimliyorum ;)

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Kaçmaya Çalışsam, Kaçamasam...

Bir uçurtma olsam, eskilerden kalma. Üç adet kargının eşit şekilde hazırlanmasıyla elde edilen altıgen şeklinde, özene bezene hazırlanan kuyruğa sahip, upuzun ipe bağlı… El emeği olan bir uçurtma…

Düşüncesinin bile yüzleri gülümsettiği, serbest bırakıldığında uçup giden; ama kaçmasın diye ipi sımsıkı tutulan… Tutsak ve bir o kadar özgür…

Cıvıl cıvıl renklere sahip... Gökyüzünde salınırken aşağıdakilere ‘ben buradayım’ diyebilecek en canlı renklerle süslenen…

Uzaklaşıp gittikçe daha güzel süzülen uzun kuyruklu… Gökyüzünün her noktasının sefasını süren rengarenk bir büyü…

Giderken de dönerken de ipi yönlendirende güzel hisler uyandıran… Güneşli ve rüzgarlı havaların olmazsa olmazı… Rüzgarla dans ederken güneşte parlayan…

İşte o uçurtma ben olsam ya… 

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Mum Deyip Geçme

Mumları seversiniz değil mi? Renk renk olanları, kokulusu kokusuzu, değişik değişik şekillileri… Bazıları süs bazıları aydınlatma amaçlı. Yanarken gözleri kamaştırır ışığının buğusu. Onlar tükenir zevkini biz çıkarırız.  

Bazı kişiler de mum misali yanar, ışığını saçar etrafına, aydınlatır başka gözleri; sonu yok oluştur. Eriye eriye can verir adeta. Kimi zaman en koyu karanlıkları çekici kılar başkaları için; ama kendisine zerre faydası dokunmaz. Işığının güzelliğini göremez, yaydığı ışıkla dibini bile aydınlatamaz; fakat gidebileceği en uzağa gider ve hissettirir kendini.

Atalarımız da demiş ya zaten “Mum dibine ışık vermez.” diye. Bununla kalmamış devam etmişler: “Kelin merhemi olsa kendi başına sürer.” bir de “Terzi kendi söküğünü dikemez.” vardı.

Mum da olsa insan, yeri geldiğinde dibini de aydınlatabilmeli. 
Çok zor değil.
Çözüm yok demeyin :)

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Mutluluk Kapınızda

Herkes tutturmuş bir mutluluk isteği, aldı başını gidiyor. 'Mutlu olmak istiyorum' diyenler ne istediklerini biliyorlar mı acaba? Mutlu olma kriterlerinin farkındalar mı? İyi hissetmek için ne bekliyorlar bu dünyadan böyle, senelerce erişemiyorlar?

Kundaktaki bir bebeğin altının temiz olması, etrafına neşe saçması ya da mışıl mışıl uyuması için yeterlidir. Daha başka beklentisi yoktur anne babasından. Dört beş yaşlarında bir çocuk, birkaç oyuncak sahibi olduğunda sevgiyle sarılır ailesine. Sokakta daha fazla kalabilme istediği dışında olağan şeyler beklemez. Peki yaşı biraz daha büyültsek öyle olur mu dersiniz? Hele ki bu devirde, her şeye sahip olma yaşı gün geçtikçe küçülürken. Ne mümkün ortaokula giden bir çocuğu memnun etmek, lisedeki gencin sınırlarını ailesinin sınırları ile örtüştürmek. Üniversiteye giden bireyden örnek vermeye bile gerek yok, her şeyin acısını çıkartırcasına hoyrat davranmak çekici gelir ona.

Ne gençlerin arzuları biter ne ailelerin endişeleri.  Baskıcı olmayan, ölçülü ailelerde durum farklıdır zaten, onlar konu dışı. Nesiller arası farklar büyüyor; bunun yanında çağ ilerledikçe beklentiler de büyüyor. Artık memnuniyet sınırı uç noktalarda. O kadar az insan var ki elindekiyle yetinebilen, çok şükür diyebilen. Bu sebepten dolayı mutsuz insan sayısı artıyor. Hoşnutsuzluk okunuyor gözlerden. ‘Aradığım sadece mutluluk’ diyor çoğu kişi; ama mutlu olmamak adına da özel bir çaba harcıyor sanki. Az olan sevindirmiyor, yüzleri somurtulmaktan kurtaramıyor.

Ben naçizane derim ki; küçücük detaylarla bile gülümsemeyi bırakmayın. Büyük beklentiler peşinde koştururken ıskaladığınız güzelliklere bir kere dönüp göz kırparsanız mutluluk elinizi tutmaya devam edecektir. Es geçmeyin …ları. 
Üç noktaların gizemi sizde.
Boşluğu doldurmak elinizde ;) 
Mutluluğa hoş geldin demek yok mu? 

9 Mayıs 2011 Pazartesi

O Sorunun Cevabı Kimsede Yok

Aklınızda bir soru varken neydi neydi diyerek düşünüp durduğunuz oldu mu hiç? Önemli olduğunu hatırladığınız; sorunun kendisini unuttuğunuz. Belki de unutmadığınız, unutamadığınız. En son askılardan birine astığınızı hatırladığınız, gündeminizden kaldırdığınız; ama yine de aklınızı kurcalayan. Biraz geriye dönüp baksanız görecek gibi olduğunuz; fakat görmek istemediğiniz. Neye sebep derseniz eğer, cevap aramaktan yorulursunuz hani, işte ona sebep. Cevabı sizde olmayan sorularınız oldu değil mi? Elde ne var diye bakındığınızda, sorunun da cevabın da sizde olmadığı ters ve saçma bir durum. Böyle durumlarda en iyi seçeneğinizi belirlediniz mi peki? Olası bir seçenek: Askıdaki ütülenmiş olarak size gelir mi gelir. Belli mi olur...

5 Mayıs 2011 Perşembe

Papatyalar Özeldir


Havalar ısındı, güneş etkisini hissettiriyor artık. Yağmur yağıyor; fakat papatyalar açıyor, bu bile yeter gülümsemeye. Aklıma bir zamanlar oturduğumuz evlerden biri geldi. Geniş bir bahçenin ortasında, etrafında çok apartmanın olmadığı, yeşilliği bol, müstakil iki katlı bir evdi. Geniş balkonu, asma altı, ön bahçeye diktiğimiz meyve ağaçları, toprağı ve betonu sulayarak elde ettiğimiz serinlik, güneşin yarattığı sıcağı alan rüzgar, yemyeşil otların arasında açan papatyalar ve kırmızı veya mor laleler… Yağmurdan sonra o toprak kokusu hele…

Bahar gelince bembeyaz olurdu her yer. Komşularla piknik tadında zamanlar geçerdi. Bisikletle tura çıkardık, top oynardık, ip atlardık. Arka bahçede kendimizce iki direk arasına gerdiğimiz ipi file kabul eder, voleybol maçı yapardık. Meyveleri de aşırırdık ağaçtan kardeşimle. Daha neler yapardık mutlu mesut… Yaz gelince misafirimiz çok olurdu, biz de dört gözle beklerdik zaten. Kuzenlerle yaz başka güzel olurdu.

Bizim bahçede çeşitli ağaçlar dışında güller de vardı. Beyazı, pembesi, kırmızısı, sarısı… Öğretmenlerimiz için az gül kesmedik. Sık sık papatya ve lale toplar, taç yapardık. Vazoya taze çiçekler koyardık. Eskiye dair anıların bunda etkisi var mı bilmiyorum; papatyaları hep çok sevmişimdir. Papatyalarla ilgili bir özellik var, bilir misiniz? Topraktayken kokmaz onlar, güzel kokularını almak için koparmanız gerekir. Biraz ilginç, koklasanız bile zarar vermeden hissedemiyorsunuz kokusunu. Onları öldürürken bir fırsat veriyorsunuz aslında, hoş kokularını salgılamaları için. 

Papatya denince konuşulması gereken bir şey daha var: papatya falları :) Çocukluktan çıkarkenki günlerimizde hepimiz yapmışızdır, beğendiğimiz biri için.  Hoşumuza gitmeyen sonuç çıkarsa yeniden denemişizdir şansımızı. Sonuç istenen gibi olursa tesadüfmüş gibi sevinmişizdir.

Ne diyordu Demet Sağıroğlu şarkıda; Seviyor… Sevmiyor… Seviyor… Sevmiyor… Sapını da sayarsam; seviyor çıkıyor. Çiçekler dalında güzeldir, papatyalar hariç. Klasik bir çiçek değildir papatya. Koparın onları ki güzel güzel koksunlar.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

İNTERNETİMİZE DOKUNMAYIN

Yazmayayım diyorum, her gün bekle bakalım belki yeni bir haber çıkar diyorum; ama yok. İnternetimize filtre uygulaması gelecek. 
Nasıl bir mantıktır bu?

Birilerinin (Kim olduklarını bilmediğimiz, filtreleri neye göre ayarlayacaklarını ölçemediğimiz kişiler, yetkililer!) izin verdiğinden başka kaynaklara erişemeyeceğiz. Nerede kaldı özgürlük?

Onlarca uygun görülmeyeni görme şansımız kalmayacak. Ne kadar saçma bir uygulamadır bu böyle. Arkasında pek çok düşüncenin yattığı apaçık ortada, görememek mümkün değil. Dur diyebilmeliyiz? Umarım seçim sonuçları geleceğe atılmış mantıklı bir adım olur.  

3 Mayıs 2011 Salı

Oyun Tadında Hayat

Yaşamını gözden geçiren kişiler içerisinde, bir an durup “Ne kadar çok şeyi ciddiye almışım?” diyenler mutlulukları kadar mutsuzluklarını da aklında tutanlar sanırım. Bir şeyleri geride bırakmak kolay olmuyordur onlar için. Gülüşlerinin ardında başka bir gerçek yatıyordur, kim bilir.

Ciddiye almayı biraz açalım derseniz; en ufak bir şeyi bile büyüten, aklındaki düşüncelerin zerresini dahi kenara atamayan, detaylarda gezinip anın tadını kaçıran, kulağa kaba da gelse muhabbete limon sıkan, etrafındakilerden ziyade kendisini hoşnutsuzluğa iten, başkalarının vurdumduymazlığı yüzünden kendisini hırpalayan, daha bir sürü şey…

İncelik güzeldir; herkesi, her şeyi düşünmek iyi niyettir. Tamam da bu iyi niyet, bu incelik çok mu gerekli gerçekten? Ya da sınırı nereye kadar? Sınırını aşan kişiler, geriye dönüp baktıklarında gördükleri resim hoşlarına gitmiyordur işte. Boşa geçmiş günler, bir hiç uğruna feda edilmiş emekler, hayal kırıklıkları… Güzel anılar değerini yitiriverir birden.

Ciddiye almak nasıl bir alışkanlıktır, kişiliğin bir parçası mıdır; ne dersek diyelim insanı rahatsız edici bir durum olma potansiyeli vardır. Aslında ciddiyetten zarar gelmez; ama olumsuzluklar kendini belli etmeye başladığında kişinin kendisini yaralayacak silahlarından biridir ciddi olmak. Ciddiyetsiz olamadığı için en çok kendisini üzer kişi.    

Diğer grup var bir de; umursamaz, gamsız, hayatı kendisine zehir etmeyen. Karşıdan bakarsak onlar hep mutlu olanlardır. Daima içten gülüyorlardır; çünkü kendilerine bir şeyi dert etmek için çabalamazlar. Onlar gibi olamayanlar tarafından pek dikkate alınmazlar ya da umursamaz tavırları biraz sinir bozucu olur. Olsun; onların hayattaki şifreleri de bu, huzuru böyle yakalamışlar.

Huzuru gamsızlıkla yakalamış kişilerin içinde kopan fırtınaları herkes bilmez, göremez. Onlar göstermek istemezlerse çok iyi gizlerler. Aslında içten içe yalnızlıklarından dem vururlar. Dışarıdan gözüktükleri kimliklerini tersine çevirmek istemezler. Kendilerine bile zor itiraf ederler pişmanlıklarını.

İki davranışı harmanlayanlar da var tabii. Nerede ciddi olalım, nerede şakaya alalım cevabını yaşayarak çözmüş kişiler. Geç olsa bile bir yerinden ipi yakalamış olanlar mutluluğu da mutsuzluğu da olması gerektiği gibi yaşarlar. Gerçek huzur onlarınkidir. Yalnızlık çekilmez gelmez ki onlara. Yerine göre her duyguyu tatmayı bilmişlerdir zaten.

Her şeyi değerlendikten sonra ortaya çıkan manzarada kazananlar belli. Dengeyi kurabilenler, yaşadıkları her bir dakikanın hakkını alıyorlar. Ne zaman sona ereceği belli olmayan hayatlarını zehir etmiyorlar. Hayatı; bazen önemli kararların sonucu, bazen de çocuk parkındaki salıncakta sallanmak olarak tanımlıyorlar.  

Hayat treni kaçtı kaçıyor, son durağa ne kaldı bilinmez. Biraz yolculuğun keyfini çıkarmaya baksak ne olacak ki? Tren, ilk duraktan uzaklaştıkça pişmanlıklarımız artıyor - artmasa da bir garip olur zaten - en azından pişmanlıklarda boğulup boğulup canımızı yakmasak diyorum.

Farz edin ki hayat bir oyun, çocukluğunuzdaki basit oyuncaklarla oynanan ya da sokakta oynadığınız oyunlardan biri. Kendimize dert yaratmaktan öteye geçemediğimiz günleri oldukları yerde bırakıp oyunun kurallarını yeniden düzenleyelim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...