Hakkımda

Fotoğrafım
Hayatı yaşanması gerektiği gibi yaşayan; aynı zamanda insan olmanın gerekliliklerini yerine getirebildiğini düşünen biri. Gülümseme ise hiçbir durumda yüzünden eksik etmediği bir davranışı. Mucizeleri bekleyen değil, onların peşinden koşan; mutluluğu ve huzuru yakalamak için elinden gelen her şeyi yapan aynı kişi.

30 Haziran 2011 Perşembe

Anılarla Anlarda Mutlu

Dalga İzleri blogunda “Sizi ne mutlu eder?” diye sormuştu. Özlediğim her şeye kavuşmak beni çok mutlu ederdi. Özlediğim her şeyde beni mutlu eden bir özellik var ve ben onları hatırlayarak bile mutlu olabiliyorum.

Özlemlerimin fazlalığına bakıp da mutluluğu kaçırdığımı düşünmeyin. Mutlu olmak için fazla sebebe ihtiyaç duymuyorum. Her an gülümsemeye hazır bir haldeyim. Hatta anılar ve aralarından seçip hatırlanan anlar en çok mutlu edenler.      
Sevgili ayl-in mimlemiş bir de beni, “Anılar ve anıların yüklendiği eşyalar” demiş. Yukarıda yazdıklarıma bağlantılı olarak bu yazıda cevap vermek istedim.

Anılarımı yüklediğim belli bir eşya yok desem, aslında her şeyim anılara dair desem, bazen bir fotoğraf bazen bir melodi bazen bir şarkı bazen bir söz desem… Hepsinde biraz biraz yaşanmışlıkları buluyorum. Anılarımı canlandırıp yeniden yaşıyorum. Sonra ileriye gidip yarını yaşamaya çalışıyorum. Belki de bu yüzden bugünün kıymetini daha iyi anlıyorum ve yarın için bir umut beliriveriyor zihnimde.     

Mimi kimseye yollamıyorum bu seferlik. Huzurlu kalın… 

27 Haziran 2011 Pazartesi

Gitmesini Bileceksin İç Ses!


Gelir gider iç sesler. Arada her şey hakkında fikir beyan ederler; hatta bazen inandırmak için baya uğraşırlar sizinle. 

Uykusuz gecelere, gün içinde herhangi bir konudan uzaklaşmaya, yemek yerken tatları alamamanıza sebep olur.  Susmaması gerekirken susar, susması gerekirken gevezeliği tutar.

Her zaman doğruları mı söyler iç sesler? Ya da sorgulamak mı gerekir doğruluklarını? Susturmak mı gerekir, dinlemek mi? 
Kıvılcım mıdır acaba bizim için?

Neyse ki işimize geleni yapmayı başarabiliyoruz :))

26 Haziran 2011 Pazar

Soruncul \ Çözümcül

Pek çok yerde okumuş, duymuşuzdur insanların soruna veya çözüme odaklandıklarını. Herkes ikisinden birini sahiplenerek yaşamını devam ettirir. Bu özelliklerimizin doğuştan gelip gelmediği konusunda bilgim de fikrim de yok. Gözlemlediğim kişilere göre farklılık gösteren bir düşüncem var bu konuda.

Soruna veya çözüme odaklanan demiştik değil mi? Bir bakıma sorun odaklı ya da çözüm odaklı, başka bir deyişle sorunun parçası olan ya da çözümün parçası olan…  Ben soruncul veya çözümcül diyeyim bir de.

Bazı kişiler olayların içinden sorunları görüp çıkarır meydana, sürekli yakınır, sorun yığınından oluşan yemeği ısıtır ısıtır önünüze koyar, sadece kendisinin değil sizlerin de içini karartır. Bu davranışları sergilerken farkındalar mıdır acaba? Öyle kişiler var ki türlü türlü sorunla gelebilirler karşınıza, bu kişilerin yaptıklarının farkında olduklarını düşünemiyorum.

Çözüm yolu bulmaya çalışan kişiler ise sorunu anlamaya zaman harcarlar; fakat asıl amaçları sorunu yok etmektir. Sorunun ne olduğunu bildikleri andan itibaren sorunu çok fazla dillendirme gereği duymazlar. Bilirler ki asıl mesele sorunu abartıp büyütmek değil, çıkışı görebilmektir.
Sorunun içerisinde kendine iyice yer edinen ve belki de sorunlarla beslenen kişiler mutsuzluktan dem vururlar. Hayatın onlara verdiklerinin yeterli olmadığını söylerler. Küs olurlar her şeye, en başta kendilerine. Soruncul olarak isimlendirdiğim bu kişiler sorun yaratmada da ustadırlar. Sorun ile bütünleşir sorun olma yolunda ilerlerler. Felaket habercisi edasında çözüm arayan kişilere de sorunun kendisinden bahseder dururlar.

Sorunu benimsemiş ve aynı zamanda çözüm arayışı içerisinde olan kişiler ellerinden geleni yapmış olmanın verdiği bir rahatlıkla yaşarlar. Beklentilere girmeden önce almaya denemeyi seçerler. Ne kendilerini ne bizleri hayattan bezdirmezler. Umutsuzluğa kapıldıkları anlar da vardır elbet; ama umutsuzluklarından kurtulmaları gerektiğinin de bilincindedirler. Çözümcül olarak bahsettiğim bu kişiler diğerlerine göre daha soğukkanlıdır. Panik durumlarına pek sebebiyet vermezler.

Soruncul olan kişilerin mutsuzlukları kalıcı gibidir. Çözümcül olan kişilerin mutsuzlukları ise her an mutluluğa dönüşebilir niteliktedir. Her şeyin bizim neyi ne kadar doldurabildiğimize bağlı olduğunu kanıtlar nitelikteki bu seçeneklerden hangisini sahipleneceğimizi tekrar düşünmekte yarar vardır, kim bilir.       

24 Haziran 2011 Cuma

Balonları Bıraksak Mı?

Elimizde bir balon kümesi olsa, her balon bir duyguyu ifade etse, bu duygular da olumsuzluklardan oluşsa...

Bir güzel şişirsek balonları, içlerine o duyguları üfleyerek... Sonra bıraksak iplerini, ellerimizden kayıp gitse balonlar...

Gökyüzündeki yerini alırken mutsuzluklarımız, kırgınlıklarımız, hüzünlerimiz, kızgınlıklarımız, umutsuzluklarımız; biz baksak sadece uzaktan...

Uzaklaşsa balonlarımız, uzaklaştıkça daha da küçülse onlara emanet ettiklerimiz...  

Geriye tebessüm kalsa yüzlerde... Yeni olumsuzluklara yer açılmış olsa hayatlarda...

Sadece kanat çırpışlarının sesi duyulsa yüreklerin... Gelecek güzelliklerin habercisi olsa bu sesler...

Ne dersiniz? Olumsuzlukları birer birer yerleştirsek mi balonlara? Sonra nazikçe uğurlasak mı?  

Mutluyum / mutlusun oyunu oynasak... Oynasak ve gerçek olsa... Neden olmasın? Bence olur, çok da güzel olur.    

23 Haziran 2011 Perşembe

/ Merak İlaçtır/

Sevgili 1i yok mu? beni mimlemiş. Bazen öğrenme bazen irdeleme amaçlı giriştiğim işlerin tetikleyicilerinden biri meraktır zaten. Bence, doğru kullanıldığı takdirde merak iyidir.

Konumuz: Bugüne kadar merak ettiğiniz bir kişi, nesne, olay, vs. için ilginç, çılgın veya sizden beklenmedik bir şey yaptınız mı? Yaptıysanız açıklar mısınız?

Öncelikle belirtmem gerekir ki bir şeyi merak ettiğimden dolayı yaptığım araştırma ya da davranışlar benden beklenmeyecek bir durum değildir. Merak ettiğim her neyse, onu öğrenmek için bir yol bulmaya çalışırım. Bu sayede faydalı faydasız bir sürü bilgi edinebilirim.

Düşündüm, düşündüm ve ilginç bir şey yapmadığım kanısına vardım. Belki de yaptıklarım bana doğal geldiğindendir bu düşüncem. Merak ettiğime ulaşmak için çeşitli yollar denerim; ama bunu çılgınlık olarak değerlendirmiyorum.
Merak ve öğrenme isteği olmazsa kendimizi geliştirmemiz mümkün olmazdı sanırım. Ne demiş Albert Einstein: “Hiçbir özel yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.

Ben de sizleri mimliyorum ;)

21 Haziran 2011 Salı

..Peki Öyleyse

Susmak, işitmemek, görmemek, tatmamak, hissetmemek gerekir bazen. Ağızdan çıkanların nelere sebep olabileceğini yaşamak ağır gelir kimi zaman. Bu yüzdendir ki iki kere düşünmek daha çok acıtır düşünenin içini; ama daha az acıtır düşünüleni.

Peki; söyleyeceklerini biriktirmek, kulağı tatile göndermek, gözleri sımsıkı yummak, duyuları aldırmak, körelmek yeterli midir? Yeterli midir susmak, duymamak, görmemek için? Yeterli midir rahatlığa kavuşmak için? Yeteri midir sorularla boğuşmamak için?  

Bazen gelir gider böyle düşünceler, gelir gelmesine de gitmez bir tanesi. “Susmak bazen değil çoğu zaman gereklidir” der durur derinden bir ses. Haklı mıdır bilinmez. Bilinen odur ki, bazen es geçmek gerek.  

19 Haziran 2011 Pazar

/ Seni Bekliyordum Cin :) /

Sevgili b3ngü beni mimlemiş. ‘Böyle bir şey olsa keşke’ diye aklımdan geçirdiğim ve ‘eğer olursa sonucunda da şöyle olur’ diyerek senaryoları tasarladığım bir konu zaten. O yüzden, cini görür görmez cümleye başlayacağımdan eminim. Dileğimin detayları bana kalsın, yazıya ipuçlarını dökeyim.

Mim konusu: Bir lamba cini çıksa karşınıza, "Dile benden ne dilersen sahip" dese, bir tek dilek hakkınız ve düşünmek için de bir saatiniz olsa;

1. Ne yaparsınız?
Hiç “hoş geldin, korktum, ürktüm, dua okuyayım, gözlerime inanamıyorum, bayılayım” gibi tepkiler vereceğimi sanmıyorum :) Nerede kaldın yahu’ yu bile dileğimi söyledikten sonra geriye kalan zamanıma saklardım. Mutluluğumu ifade edecek cümlelerin hepsinin sonuna teşekkürümü de eklerdim.

2. Ne dilersiniz?
Tek dilek hakkım olmasaydı, yaklaşık on maddeden oluşan bir liste sunabilirdim sayın cin’e. “Nereden geldim senin yanında” şeklinde söylenir miydi bilmem; ama çok sevaba girecekti yani o listeyi tamamlasa :) Sağlık olsun, sadece birinin olması bile benim için yeterli.

Yakın çevremin dileğimi tahmin edeceğinin farkındayım. Hatta onlar da benim için onu dilerlerdi. Düşüncede kalsa da şimdilik, bir gün olacak umarım. Bu öyle bir dilek ki; sadece beni mutlu ve huzurlu etmekle kalmayacak,  çevremin de yüzünü güldürecek. Bu dileğim gerçekleştiğinde en az benim kadar sevinecek değerli kişilerin varlığını hissetmek bile güzel.

Tam ipucu veremedim galiba; deyim yerindeyse havalara uçacağım bir şey, inanın. Cin’den sevdiklerim için de bir şeyler dilemeyi rica ederdim. Kabul etmezse üstelemezdim. Zor durumda kalmasın :)   

3. Dileğinizi seçmeniz kolay olur mu?
Evet, çok kolay olur. Zaten hazırda bir listem var. İçlerinden birinci sıraya koyduğum da belli. Zaman kaybetmeden dileğimi konuşmak için bir engelimiz olmazdı.

Ben de sizleri mimliyorum ;)

17 Haziran 2011 Cuma

Bakım Şart

Yakın zamanda çarkın nasıl döndüğüne dair düşüncelerimi paylaşmıştım. Kendimce yorumladığım konu işte burada: Bu Çark Böyle Dönüyor

O yazıda dikkate almadığım bir konu var şimdi sırada: Bakım. Çarklar dönüyor dönmesine; ama sekteye uğrayan dişleri de görmezden gelemeyiz. Bu yüzden bakım oldukça önemli bir konu çarklarımız için.

Bakım çok çeşitli olmakla beraber, iyi planlanma gerektiren bir süreçtir. Muayene ile başlayan faaliyetler dizini dört farklı tip bakım ile devam eder. Normal şartlarda bunlardan birini tercih edebileceğiniz gibi karmasının uygulanması tavsiye edilir.

Muayene, ara sıra hepimizin yapması gereken bir faaliyettir. Sistemimizdeki çarkların çalışmalarının kontrol edilmesini kapsayan bu işlem, kendimizi irdelememiz ve yapacaklarımızı belirlememiz için bize yol gösterici olacaktır. Bu işlemi yapabilecek kişi en başta kendimiz, sonrasında düşüncelerini önemsediğimiz bir başkasıdır.

Tamir bakım, çarklarımızda bir arıza tespit ettiğimiz takdirde devreye aldığımız bir faaliyettir. Arızi bakım olarak da isimlendirilen bu faaliyette temel mantık, arıza olduktan sonra onarımın gerçekleştirilmesi prensibine dayanır. Bu işlem tipinin hayatımızdaki yeri üzerine biraz düşünülmelidir. Arıza çıktıktan sonra müdahale etmek maddi manevi kayıplara sebep olabilir.

Normal periyodik bakım, daha önceden belirlediğimiz aralıklarla gerçekleştirilen faaliyettir. Bu periyotları sistemimize göre kendimiz tayin etmeliyiz. Üç aylık ya da altı aylık olabilir. Yine önceden yazmış olduğum bir yazı var ki bu aşamayı içerisinde barındırıyor. İşte burada: Çöpe Müdahale

Koruyucu bakım, muayenelerin sonuçlarının analizi ile uygulamaya alınan bir faaliyettir. Burada esas olan analizde kullanılan verilerin güvenilirliğidir. Bu sayede öngördüğümüz sürelerde bakımı gerçekleştirmek yerinde olacaktır.

Kestirimci bakım, diğerlerinin içinde en gelişmiş faaliyettir. Sistem çalışırken bir program analizi gerçekleştirir ve anlık değerlerin izlenmesi yolu ile kullanılan yöntemler sayesinde bakım yapılacak duruma karar verilir. Hayatlarımızı sistem olarak düşündüğümüz bu yazı için program olarak isimlendirdiğimiz kendimiz dışındaki herhangi biridir. Sistemimizi tanıyan, analiz edebilen, sonuçları yorumlayabilen ve tespitleri yerinde olan biri…

Faaliyetlerin her birini zaman zaman kullanmamız gerekebilir; hatta gereklidir de. Bakım yönetimi bilimsel açıdan daha derinine incelenmesi muhtemel bir konudur. Burada sadece döndürdüğümüz çarklarımıza uyarlayabileceğimiz kısmıyla bahsetmeye çalıştım.

Kapanışı atasözlerimizden biri ile yapalım. “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur.” 

15 Haziran 2011 Çarşamba

Yağıyor Yağmur Bana Doğru

Elinde içeceğin pencere önünde oturmuş izliyorsan ya da sıcak yatağında uyuyorsan yağmur şakır şakır yağarken; seversin onu. Sesi alır götürür önce seni, sonra yere düşen damlaların hareketini izlerken bulursun kendini. Görüntüsünün hoşluğu hele… Bambaşkadır o.

Her zaman sevilmez yağmur. Dışarıda işin varsa yağmamasını dilersin içten içe. Islanmaktan çekinmiyorsan yine güzeldir yağmur. Baştan aşağı yenilenirsin adeta.

Yağmura bakarak neler neler düşünülmez ki? Ne hayaller kurulmaz ki? Geçmişin hüzünleri gelmez mi akla her yağmur damlasında? Geleceğin sevinçleri üzerine çıkılmaz mı zihinde yolculuğa?

Yağmur kederdir benim için. Durgunlaşma sebebidir. İçe kapanış ve düşüncelere dalış; sonra o değilmiş gibi normale dönme sürecidir.

Yağışı ayrı güzel, arkasında bıraktığı etki ayrı güzeldir yağmurun. Sizce de öyle değil mi? Hafif bir serinlik, gökkuşağı, toprak kokusu… Havayı içine çektikçe kederin yerini huzura bıraktığı andır, işte o an. Sebep olmadan derinden bir gülümseme gelir yerleşir vücuduna.

12 Haziran 2011 Pazar

Özlüyorsam Suç Mu?

İnsan hayatındaki her şeyi özler mi? Sevdiklerini, sevmediklerini, gelip geçtiği şehirleri, evleri, eşyaları… Dünü, bugünü, yarını… Doğduğundan beri tanıdığı herkesi, sahip olduğu olamadığı her şeyi… Yürüdüğü yolları, soluduğu havaları… Hepsine birden özlem duyulur mu? Duyuluyor işte.

Neydi özlemek? Görme isteği mi? Dokunma isteği mi? 
Konuşma isteği mi? Yalnızca bunlar mıydı yani özlemek? 
Bu kadar olamaz, evet olamaz.


Bana göre özlemek, her şeyi yeniden yaşama isteği. Görmeyi bir şekilde yaparsın, konuşmayı da öyle. Dokunmak biraz sıkıntılı, bunun için 'özlenenlerin yanında olma' koşulu var. Peki yeniden yaşayabilmenin tadı var mı bu üç eylemde? Bence yok. Sadece anımsarsın, belki benzer tadı yakalarsın; fakat aynı miktarda hissedemezsin.

Ben aynılarını istiyorum. Ne bir eksik ne bir fazla… Her şeyi o haliyle özlüyorum. Özlüyorum işte, ne yapayım? Geride bıraktığım bunca yılda ne yaşadıysam hepsini birden, birini diğerinden ayırmadan.

Ne çok özlemim var bir bilseniz, özlemden ötesi yok benim için. Var mı daha söylenecek? Yok… Özleyebildiğimden dolayı olumlu bir pay biçiyorum ve “hala umut var” mesajı gönderiyorum kendime. Hala…

10 Haziran 2011 Cuma

Frizbi ile Eğlence

Her yerde oynardık eskiden onunla. Kırda, denizde, kumsalda… Başlarda havada kapmak zor olurdu. Zamanla daha iyi oynar hale gelmiştik. Birbirimize çaktırmadan arayı açardık. Yakalamak kadar, attığımız kişiye ulaştırabilmek de beceri isterdi. Rüzgarı hesaba katmayı da başarabildiysen tamamdı, bu iş olmuştu.

En çok denizde oynadığımızı severdim. Orda daha bir keyifli olurdu, sulu sulu :) Yakalayamazsan ya da atan kişi yönü şaşırırsa daha eğlenceli olurdu. Kırda ya da sahilde oynandığında peşinden koşmak zevkli gelmezdi. Denizde öyle değil ki, fırsat bu fırsat yüzeyim derdik. Aynı oyunu minik bir topla da oynardık; ama ikisinin de keyfi ayrıydı. Hala ayrı :)
Artık bir frizbimiz yok, ama topumuz var :) Frizbimiz olsaydı da oynasaydık. Atabildiğimiz kadar uzağa atsaydık. Hep oynasaydık, hep eğlenseydik.

9 Haziran 2011 Perşembe

Şüpheye Yer Kalmasa...

Bildiğiniz gibi şüphe, bir diğer adıyla kuşku; inanmama ya da inanamama durumunun bir getirisi olarak ortaya çıkar. Ortaya çıkar diyorum; fakat onu çıkaran bizleriz aslında. İnansak mı inanmasak mı bilemediğimiz anda bir bakmışız, soru işaretleri dönüp dolaşır olmuş bir yerlerde. “Onlar dönedursun, biz geçelim köşemize oturalım” diyemediğimiz gibi büyütür de büyütürüz.

Belirtmem gerekir ki paranoyadan bahsetmiyorum. O biraz daha profesyonel incelenmesi gereken ve rahatsızlık boyutu taşıyan bir durum.

Şüphelenmek birdenbire gerçekleşen bir eylem midir diye düşündüğümde bir dış etkinin muhakkak olması gerektiği kanısına varıyorum her zaman. İnsan durduk yere neden, kimden, hangi sebeple şüphe etsin ki? Kendisini anlamsız düşüncelerin içinde boğmak onu daha huzurlu yapmaz ki.

Şüphe duymanın temelini az çok biliyoruz, hepimiz belli dönemlerde de yaşamışızdır. Bir iki hatalı davranış ya da söz, yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan güvensizlik ve hazin son: şüphe.

Şüphe duyulan kişiden gelecek bir davranışın veya sözün doğruluğunun test edilme gereğinin duyulması hali… Hiç çekilir değil aslında. Kime göre çekilir değil derseniz eğer, kişinin kendisine çekilir değil. Sürekli düşüncelerde dolaşan, güven duygusu yerlerde gezinen biri için şüphe nefret edilesi bir durum gibi bence. İnsanı kendisinden soğutacak derecede olduğu da bir gerçek.

Ne yapalım yani bu durumda? Güveni eksilten, şüpheyi oluşturmaya zemin hazırlayan koşula takılıp kalalım mı? Elden gelmese de takılmamak lazım değil mi? Ne birinin oluşturduğu güvensizliğin cezasını bir başkasına çektirmeye hakkımız var, ne de kendimizi düşünce denizinde çırpınmaya zorlamaya.

Bir arkadaşının arkandan çevirdiği işi, diğeri de çevirecek diye bir kural yok. Çevirmeyecek diye de yok gerçi. Bu açıdan bakınca çözüm, akılda mini minnacık bir şüphe kalmasından; ama bunu kendimize zehir etmemekten geçiyor. Gerçekleştirmesi çok kolay olmasa da deneme çalışmalarına değer.

Her şeyin değilse bile çoğunluğun şeffaf, içinizin rahat olduğu günler diliyorum ;)

6 Haziran 2011 Pazartesi

/ Yalanın Gıcıklığı /

Sevgili googhanotsumimar ve ayl-in aynı konularda mimlemişler beni. Mimler sayesinde aklımdan geçenleri paylaşmama bir fırsat yarattınız, teşekkür ederim. Söyleyeceklerimin çok olduğu konular gerçekten :) “Senin de söyleyeceklerin bitmiyor ki” diyorsanız eğer, susar otururum diyemeyeceğim :) Bırakın biraz bahsedeyim, birazcık(!) :)

Birinci mim konusu: Gıcık olduğunuz şeyler nelerdir?

O kadar çok şeye gıcık oluyorum ki “takıntılı mısın sen Burcu” deseniz yeridir. Sıralamaya başlayayım;

  • Ben bir şeye konsantre olmuşken birinin bana ısrarla bir şey anlatmaya ya da sormaya çalışmasına
  • Aradığımda ya da mesaj / mail attığımda cevap alamamama
  • Verilen sözlerin yerine getirilmemesine
  • Tam önemli bir işim varken bilgisayarımın yavaşlamasına
  • Bana ait olanların izinsiz kullanılmasına
  • İnsanları saf yerine koymaya çalışan kişilere
  • Yolda sakız çiğneyenlere
  • Toplu taşıma araçlarında ve sokakta yüksek sesle telefon görüşmesi yapanlara
  • Eleştiri yapan ama eleştiriye açık olmayanlara
  • Fikir almak için sorular soran ama verilen cevapları uygulamayanlara
  • Yemeğimden saç çıkmasına
  • Düzensizliğe
  • Körü körüne bir insana ya da düşünceye bağlananlara
  • Bilip bilmeden ahkam kesenlere
  • Sırf işi düştüğünde konuşmaya çalışan ama normalde hal hatır sormayanlara
  • Arkasından konuştuğu kişinin yüzüne karşı can ciğer kuzu sarması şeklinde davrananlara
  • Söyledikleri ile davranışları çelişenlere
  • Düşüncesizlere
  • Hep bana hep bana mantığıyla insanları maddi manevi sömürenlere
  • Özellikle yaz sıcağında ve yine özellikle toplu taşıma araçlarında yanımda oturan kişinin kolunun koluma değmesine

Bunların yanı sıra yazmadıklarım ve şimdi aklıma gelmeyenler de var. Takıntı derecesinde dikkat ettiğim durumları da sayarsak ben aslında kendim gıcık biriyim galiba desem inanır mısınız? Ama iyi niyetli gıcık, sadece kendine zararı dokunan gıcık ;)  


İkinci mim konusu: Yalan hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Söyler misiniz?

Yalan en basit haliyle karşımızdakini kandırmaya çalıştığımızı sandığımız; aslında kendimizi kandırdığımız günü kurtarma aracı bence. Yaptığım bu tanımdan “demek sen de başvuruyorsun” dediğinizi duyar gibiyim. E hatırlıyorum okulda öğretmenlerimize pembe yalan kılıfına sokarak söylediğimiz yalanları. Doğruya doğru şimdi, hatırlamıyorum diyerek es geçemem. Arada ufacık tefecik de olsa söyledim birkaç yalan; ama asla bu birini kandırmak, üzmek için olmadı. Okulda söylenenler okulda kaldı zaten değil mi? :) Tamam tamam, çok fazla söylemedim, açmayın öyle gözlerinizi.  Yalan söylemek yerine susmayı tercih ederim. Karşımdaki her kim olursa olsun, yalan bir şey duymayı hak etmiyordur bana göre. Doğru olanı o an söylemek istemiyorsam da bunu o kişiye hissettiririm.  

Evet gelelim yalan hakkındaki düşüncelerimin devamına… Bazı kişilerin vazgeçilmezidir yalan. Öyle alışmışlardır ki yalan söylemeye; gerçeği tüm çıplaklığı ile koyamazlar ortaya. Kanımca ‘ağzımızdan çıkanlar çıplak kalmasın, azıcık süsleyelim’ diye düşünüyorlar. Onlara sorsak hatalı bir durum yoktur ortada. Ne var yani bir iki bilgi eksik ya da değiştirilmişse. Ne çok büyütüyoruz halbuki, gördünüz mü kabahatimizi!

Bazı kişilerinse sıkıştıkları anda başvurduklarıdır sadece. Ama bilmezler ki oradaki yalan, sonrasında daha çok sıkacak başka bir sorunu meydana getirebilir. Düşünmezler o an bunu, ‘nasıl olsa karşımdaki inandı ya yeter bana’ derler kendilerince. İnanır mı acaba karşıdaki? İnansa bile bir değil iki değil, beşinci altıncıda ne olacak? Güven diye bir şey kalmayacak. Kalmasın, umurunda mı dünya yalan söyleyenin.

Bazı kişiler karşısındakini kırmak istemediği zaman yalan söyler. Gerçek, gün yüzüne çıktığında daha büyük bir hayal kırıklığı yaşatacağını yine önceden kestirememiştir yalana başvuran bu iyi niyetli(!) kişi. Gördünüz mü, yine hüsran.

Toparlayacak olursak neymiş yalan; sonucunu düşünmeden hareket etmenin peşinden koşarak gelen yapışık ikizmiş. Kendisinden sonra pişmanlığı çağıran kötü huylu zor gün dostuymuş.  

Ben de sizleri mimliyorum ;)

5 Haziran 2011 Pazar

Bu Çark Böyle Dönüyor


Sevmek lazım bu hayatta, önce kendimizi sonra diğer kişileri. Sadece kişileri de değil aslında, sevebileceğimiz her şeyi sevmek lazım. Kimimiz ağaçları çiçekleri, kimimiz kuşları böcekleri, kimimiz denizi güneşi, kimimiz yağmuru geceyi, kimimiz kitabı, kimimiz interneti… Sevmekle başlayacak mücadele, sevdiğimiz için çabalayacağız çünkü.

Sevilmek lazım bu hayatta, önce kendimiz sonra ailemiz tarafından. Bu kadarla da bitmiyor ki; arkadaşlar, dostlar, diğer canlılar… Karşılık beklemeden sevmenin sonucu gerçekleşir bazen sevilmek, bazen de senin kontrolün dışında. Sevildiğin için daha güzel gözükecek dünya. Bir kuş kadar hafif olacaksın ayakların yere daha sağlam basarken.

Sevdik sevildik mi? Diyelim ki sadece seviyoruz, diyelim ki ikisi birden oluyor; hangisi olursa olsun umut devreye giriyor sonra. Umutsuz olmaz ki, yaşanmaz ki. Geleceğe dair bir umut olmalı ki yarına güzel uyanmak için sebebimiz olsun.  Umut olmalı ki belirsizliği ortadan kaldırabilmek için gücümüzü keşfedelim.

Keder girecek belki devreye. İstediğimiz gibi gitmeyecek belki işler. Hesaplarımız tutmayacak belki. Belki dediğime bakmayın illa ki olacak keder. Olmazsa sıkılırız zaten hep mutlu hep mutlu, nereye kadar. Başka hayatlara tanık olacağız, anlayacağız ki herkesin kendine göre bir kederi, aşmaya çalıştığı üzüntüsü, toparlamaya çalıştığı kırgınlıkları var.

Güce güç katma aşamasında devreye gözyaşı girecek bazen. Pes ediyorum derken bir bakmışız üstesinden gelmişiz. Bazen sevinçten bazen üzüntüden ağlayacağız. Kimi zaman o gözyaşlarının sonu kocaman bir gülücük olacak. Bazen gözyaşlarını kimse görmesin isteyecek, bazen ise onları silecek birini arayacaksın yanı başında.

En sona ne kaldı? Tümünün toplamı değil; ama en gereklisi. Huzurun vazgeçilmez arkadaşı. Evet evet, mutluluk. O olmazsa nasıl yaşanır olacak ki günlerimiz? Nasıl katlanırız yere düşmelerimize, sonunda mutluluk olmazsa? Yerden kalktığımızda yürümeye hatta koşmaya nasıl devam ederiz, mutluluğa ulaşacağımızı bilmez bu düşünceye inanmazsak?

Bu bir kısır döngü; ama sonuca varılamayanlardan değil. Elde edilenler kar, edilemeyenler bazen ulaşılmayı bekleyecek bazen geçmişte kalacak hayal. Kazanılanların hepsi bizim birer parçamız. Bazı duygular yitip giderken bazıları yeniden doğacak. Bu sayede hangi duygunun ne anlama geldiğini daha iyi anlayacak, var olanların kıymetini bileceğiz.

Çarkı döndüren biziz. Çarkın nasıl döndüğünü kabullenmekte tüm marifet. 

3 Haziran 2011 Cuma

/ Merhaba Ölüm /

Sevgili bozuk anksiyete mimledi beni, yine müzik seçeceğim. Bu defa daha zor, geride bırakılanlara ithafen olacak birazda.

Mim konusu şöyle: Ölürken arka fonda bir şeyler çalınma imkanı olsa bu ne olurdu?

Ölüm için söyleyebileceklerim biraz fazla aslında. Kalana mı gidene mi zor, derin bir konu. Giden gittiğine değil de arkasında bıraktıklarına içerler sanki. Yani ben kendimi düşünecek olsam bu dünyadan kurtulduğuma sevinebilirim. Hayır tabii ki ölmek için can atmıyorum; ama ailemi, sevdiklerimi yaşlı gözlerle bırakmak istemiyorum.
Konuyu görür görmez aklıma iki şarkı geldi. Biri Kazım Koyuncu’ dan İşte Gidiyorum. Burada… Diğeri Barış Manço’ dan Elveda Ölüm. Burada…


Aslında sevdiklerime söylemek istediklerimi bir çırpıda aktarabileceğim şarkı olsaydı ne iyi olurdu. Kestiremediğim o ölüm gününden önce söyleyemediklerimi duyurabilseydim çevremdekilere. Onları ne kadar sevdiğimi, unutulmaz anlarımı, kırdığım zamanlar için özürlerimi, yaşattıkları güzellikler için teşekkürlerimi, desteklerinin değerlerini… Anlatmak istediğim o kadar çok şey olurdu ki… Uzun zamandır; sesini duymadıklarım, gözlerinin içine baka baka sohbet edemediklerim, beraber gülüp beraber ağlayamadıklarım, zor anlarında yanına gidemediklerim, kırıldığımda belli edemediklerim…  Hayatımdaki herkese elveda diyebileceğim bir şarkı yok maalesef, varsa da benim aklıma gelmedi. Aklımdan geçenlerin hepsini ifade eden olmazdı zaten, farkındayım.

Ben de sizleri mimliyorum ;)

2 Haziran 2011 Perşembe

/ Hepinizin Canı Sağolsun /

Sevgili Nil beni mimlemiş. Çok teşekkür ederim Nil :) Müziksiz bir gün geçirmediğimi düşünürsek konu benim için güzeldi gerçekten.

İşte mim konusu: Güne başlamak istediğin şarkı nedir? Tek bir tane ama her gün çalsa bıkmayacağım dediğin şarkı.

Benim müzik listemin değişmez o kadar çok şarkısı var ki, ‘bu kız bunları dinlemekten sıkılmıyor mu’ diye düşünebilirsiniz, o derece. Hatta bu konuyla ilgili ilk zamanlarda yazdığım bir yazı vardı. Okumak isterseniz burada: Müzik Şart
Hal böyle olunca bu soruya cevap vermem zorlaşıyor. İçlerinden yalnızca birini seçmem gerektiği için şu an birinci sıraya koyduğum ve güne başlarken motive edici olacağını düşündüğüm şarkı Candan Erçetin’ den "Hepinizin Canı Sağolsun". Buyrun... 

Ben de sizleri mimliyorum ;)
bozuk anksiyeteZıvanasızcrazywomenrosemarykancule
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...